Destek vermek için yandaki menüden eklentimizi blogunuza eklermisiniz ?

Cumartesi, Nisan 28, 2007

Hayat Sevgiyle Güzel

Sevgi, bir pozitif enerji kaynağıdır: Pozitif enerji, uzay zaman alanı yaratır. Kin ve nefret ise bir negatif enerji kaynağıdır: Negatif enerji ise, uzay zaman alanını yok eder. İnsan, evrenin modelidir: Evren, birbirine dönüşebilen madde ve enerjiden oluşmuştur. Bu öyle bir oluşumdur ki, madde ve enerji, evrenin her yanına dağılmış durumdadır, sürekli olarak birbirine dönüşmektedir ve evrende boş alan yoktur. Bu dönüşümün kurallarını belirleyen bilimsel yasalar mevcuttur: “Evrensel gelişim yasaları”. Maddenin enerjiye, enerjinin maddeye dönüşümü, evrenin gelişimi, evrensel gelişme yasalarına göre gerçekleşmektedir. Evrende hareketi sağlayan enerjidir. Atom altı parçacıkların özünde mevcut hareket de sürekli etkileşim içinde olduğu enerjiyle sağlanır. Pozitif enerji, sürekli olarak uzay/zaman alanı yaratarak, evrenin genişlemesini sağlar ve hareket, yaratılan uzay/zaman alanının sonucudur. Madde ise

hareketi engeller, kütle çekimi gücü aracılığıyla uzay/zaman alanını yok eder. Böyle olduğu için, negatif enerji kaynağıdır: Hareketi engelleyebilen, yani ters yönlü bir enerji kaynağı. İnsan da, evrenin küçük bir modeli gibi, madde ve enerjiden oluşmuştur: Yaşamsal enerji, maddi bedenin beyin vasıtasıyla verdiği komutları yerine getirerek hayatın devamını ve hareketi temin eder. Aynı zamanda, beyin hücreleri arasındaki bilgi alışverişini, bilginin beyin hücrelerine depolanmasını sağlayan da yaşamsal enerjidir. Evrensel gelişim yasaları bilindiği takdirde, gelişim ve dönüşümün seyrine müdahale etmek, bu yasaları kullanarak, değişim, dönüşüm ve gelişimin yönünü belirlemek mümkündür. Çünkü hareketi ve gelişimi sağlayan enerjidir ve enerjiyi kullanmayı bilen, hareketin ve dolayısıyla gelişimin yönünü de kontrol edebilir. Örneğin sel, aşırı yağış ve kütle çekim gücünün etkisiyle, insan hayatı için felaket olabilir. Ama suyun yatağını değiştirmek, önüne set çekmek gibi önlemlerle zarar verme ihtimali ortadan kaldırılabileceği gibi, uygun mekanizmalarla, hidroelektrik enerji kaynağı olarak da kullanılabilir. Keza, insan sağlığına ciddi zarar verebilecek olan bakteriler, vücuda uygun miktarda enjekte edildiğinde, vücudun antikor üretmesi, mücadeleyi öğrenmesi ve böylece bağışıklık sağlaması temin edilebilir. Bütün gelişim, evrensel gelişim yasalarına göre gerçekleşmektedir. İnsanlık, bilimsel ve teknolojik gelişme ile bu yasaları peyderpey kavramakta, kavradıkça değişim ve gelişimin yönüne müdahale etmekte, bilgi birikimi arttıkça, yasanın yeni görünümleri daha hızlı keşfedilmekte, bu keşiflerse evrenin daha iyi tanınmasını ve gelişimin daha büyük oranda kontrolünü sağlamaktadır. Her gün yenilerini keşfettiğimiz, bilimsel yasaların tümü, evrensel gelişim yasasının ayrı yönlerden görünümü, bütünün farklı bir parçasıdır. O halde evrensel gelişimi kontrol etmek, iki şeye bağlıdır: Evrensel gelişme yasasını keşfetmek ve hareketi sağlayan enerjiyi kullanmayı bilmek. Bu hususlarda ne kadar gelişme sağlanırsa, evrensel gelişim de o ölçüde kontrol altına alınabilir; yönlendirilebilir. Yaşamsal enerji frekansı ne kadar yüksek ise evrensel gelişme yasasının kavranması o ölçüde üst düzeyde olacaktır. Keza, hareketi ve değişimi, gelişimi sağlayan enerjiyi harekete geçirmek ve kontrol etmek de, yaşamsal enerji frekansının yüksekliği ile orantılı olacaktır. O halde, evrensel gelişme yasasını keşfetmek ve gelişime yön vermek isteyen insan, yaşamsal enerji formunun frekansını yükseltmek zorundadır. Yaşamsal enerjinin frekansı, pozitif enerji kaynağına yaklaşmakla yükselir, negatif enerji kaynağına yaklaşmakla düşer. Negatif enerjinin belli başlı kaynağı ise maddenin kendisidir: Kütle çekimi gücü, negatif enerji biçimidir. O halde, yaşamsal enerjinin frekansı, ancak, maddeden, yani bedensel isteklerden uzaklaşmakla yükseltilebilir. Gerçekten de, kaba bir tanımlamayla madde, enerjinin çok düşük frekanslı bir görünüm biçimidir ve maddenin enerjiye dönüşümü, son tahlilde, frekansın yükselmesiyle gerçekleşir. Bu sebeple, düşük frekanslı bedensel istekler, yaşamsal enerjinin frekansını olumsuz yönde etkileyecektir. Genetik yolla aktarılan bilgi ilkeldir: Bedensel dürtüler, gelecek nesillere, genetik kodlarla aktarılır: Organizma, kendisini yenilerken, genlere yüklü bilginin tümünü, yenilenen hücreye aktarır. Bu sebeple, genetik yolla edinilen bilgi ve buna dayalı dürtüler, çok güçlüdür. Doğal olarak bu dürtüler, ciddi bir negatif enerji kaynağıdır ve yaşamsal enerjinin frekansını düşürür. Yaşamsal enerji, beyin hücrelerinde depolanmış bilgi grupları arasında bağlantı kurarken, genetik yolla depolanmış bilgiyi de kullanır. Böylece dürtülerin bedeni harekete geçirmesi, yine yaşamsal enerji aracılığıyladır. İnsan, yaşamsal enerjinin hareketini kontrol edemediği takdirde, çok güçlü olan dürtüler, bedensel faaliyete hâkim olur. İlkel organizma, “doğal ayıklanma yasası”na göre hayatta kaldığından, asırlarca deneyerek edindiği ve kendisini yenilerken aktardığı iki temel bilgi mevcuttur: Varlığının devamı, diğer organizmaların, yani proteinin parçalanarak kullanılmasına bağlıdır. Bu sebeple, hayatta kalmak için, diğer canlıları yok etmek zorundadır. Bu deneyim, genetik yolla, “şiddet bilgisi ve hissi” olarak aktarılacaktır. İkincisi ise aynı sebepten kaynaklanan, “zayıfın güçlü tarafından yok edileceği” bilgisidir. İnsan da dâhil her canlı, bu iki temel bilgiye, genetik bilgi aktarımı sebebiyle doğuştan sahiptir. Bu yüzden, varlığın devamı için, diğer canlıları yok etme ve güçlü olma isteği, dürtü halindedir. Bu çok güçlü istek, kontrol edilemediği takdirde, düşünceleri, yani, hayat enerjisinin yönünü etkisi altına alır. Böyle olunca da, beynin verdiği komutları yerine getiren beden, bu güçlü isteğin etkisi ve baskısı altında, sürekli bir gerilim içinde kalır. Genetik yolla aktarılan bu bilgi, beyin hücrelerine sonradan depolanan bilgiyle de kaynaşarak, çok güçlü üç ayrı düşünce kalıbı olarak ortaya çıkar: Kin, nefret, haset. Aslında bu düşünce kalıpları, aynı bütünün farklı görünüş biçimleridir. Üçünün temelinde de, genetik yoldan aktarılan, “yok etmezsen yok olursun” bilgisi mevcuttur. Bu temel bilgi sebebiyle insan, kendisine zarar vereceğini düşündüğü herkesten nefret eder, zarar verene kin duyar. Kendisinden üstün olduğunu düşündüğü kişiye karşı hasetle bakar: Bu, kontrol edilemeyen kıskançlık demektir. Her üç düşünce kalıbı da, kişinin kendisine duyduğu aşırı sevgiyle tanımlanabilir. Tekrar edelim ki, kendine duyulan bu aşırı sevginin temelinde, genetik yoldan aktarılan, “yok etmezsen yok olursun” bilgisi ve bunun yarattığı dürtü mevcuttur. İnsan, kendisine duyduğu sevgiyi kontrol edemez ise, ona yöneldiğini düşündüğü en küçük tehlike ya da zarar ihtimalinde dahi, derhal çok ciddi tepkiler verir. Kendisine o kadar düşkündür ki, zarar verebilecek herhangi bir şahıs, onun için en amansız düşmandır. Yok etmezse yok olacağı bilgisi yüzünden, bu tehlikeyi derhal bertaraf etmeye yönelir. Bu sebeple tehlike kaynağı, yok edilmesi gereken bir düşmandır. Düşüncelerini kontrol edemeyen insan, tüm yaşamını, bu tehlike ve zarar kaynaklarına odaklanarak, onlarla mücadeleye yoğunlaşarak, zarar vermek isteyeni zarara uğratmayı isteyerek geçirir. Bu sebeple, zarar vermek isteyenden nefret eder, ona zarar verene kadar tatmin olmaz, kin duyar, sürekli olarak düşman addettiği insanın kötülüğünü ve zarara uğramasını ister ve bunun için çaba gösterir. O halde bu düşünce kalıpları, yaşam enerjisini sıkıştıran, frekansını düşüren, gerçekte kendisine zarar veren unsurlardır. Bu sebeple de, her insanda az ya da çok etki gösterebilen bu dürtülerin kontrol altına alınması zorunludur. Kin, nefret ve haset, o kadar etkili ve güçlü düşünce kalıplarıdır ki, bunların etkisinden kurtulmak, hayatı normale döndürmek çok zordur. Üstelik bu kalıpların etkisine giren insanın bedeni, büyük bir gerginlik içine düşer, yıpranır, tinsel bir ağırlık altında kalır. Bunun deneyimini, her insan kendi üzerinde gerçekleştirebilir: Bir an için, nefretle andığımız bir şahsı düşünelim ve vücudumuzun verdiği tepkilere bakalım. Bu öyle güçlü bir düşüncedir ki, hemen vücudu etkisi altına alır: Sinirler gerilir, adaleler kasılır, yüreğin sıkıştığı hemen hissedilir, kan basıncı ve nabız artar. Başlangıçta bu etkiler hafiftir ama düşüncenin üzerinde ısrar edersek neyle karşılaşırız? Karşılaşacağımız şey, bir kısır döngüdür: Düşünce zincirini kıramazsak, gittikçe daha yoğun şekilde, olumsuz düşünceler içinde döner dururuz: Düşündüğümüz şahsın bize yaptığı kötülüğü, diğer olumsuz davranışlarıyla birlikte düşünmeye başlarız, bununla da yetinmez, zarar verme isteğimizi gözden geçiririz; ona zarar verdiğimizi düşleyerek rahatlamaya çalışırız. Kısır döngü şuradadır ki, nefret kalıbında düşünmeye başladıktan sonra ardı ardına gelen düşünceler zinciri, gittikçe daha güçlenir ve bir yandan bu zinciri kırmak, diğer yandan vücudu etkisinden kurtarmak daha da güçleşir. Düşünce zinciri ile kastedilen ise yaşamsal enerji formunun, düşündüğümüz kalıba yakın bilginin depolandığı beyin hücre grupları arasındaki hareketidir: Yaşamsal enerji, biz onu yönlendirmediğimiz takdirde, birbirine yakın düşünce kalıplarını taşıyan beyin hücreleri arasında döner durur. Böylece bir zincir oluşturur. Bu zincirin herhangi bir yerindeki bir düşünce çağrıldığında, yani yaşamsal enerji, belirli hücre gruplarına yönlendirildiğinde, kendiliğinden devam edecek olan hareket, bağlantılı hücre grupları arasında olacaktır. Üstelik bu düşüncelerin vücut üzerindeki etkisi şiddetli olduğundan, yaşamsal enerji iyice kontrolden çıkacak ve doğal seyrine devam ettikçe, düşünceler zincirinin yoğunlaşmasına sebebiyet verecektir. Bu da vücudun daha da gerilmesi ve yıpranması anlamı taşımaktadır. Belirtilen bu düşünce kalıpları, kaynağını genetik yolla aktarılan bilgiden, yani bizatihi maddenin özünden aldığından, ciddi bir negatif enerji kaynağı işlevi görmektedir. Böyle olduğu için, bu kalıpların etkisinde hareket eden yaşamsal enerjinin frekansı düşecektir. Bu da, evrensel gelişimi kontrol etme imkânını azaltacak, rüzgârın önünde çaresiz savrulan bir yaprak gibi, kişiyi kaderine mahkûm edecektir. Burada kaderle kastedilen, evrensel gelişim yasasıdır. Biz yasayı kullanamazsak, yasa bizi biçimlendirir. Bilinçli olarak kullanamadığımız yasa, dönüşümü, kontrolümüz dışında sağlar ve yasa bize tabi olacağına, biz yasaya tabi oluruz. Oysa, hareketi sağlayan enerjiyi kullanabildiğimiz takdirde, gelişimi kontrol edebiliriz. Bunun için gereken, yaşamsal enerjimizin frekansını yükseltebilmektir. Enerjinin maddeye, maddenin enerjiye hangi koşullarda ve nasıl dönüşeceğinin bilirsek, bu şartları oluşturduğumuzda, istediğimiz değişimi gerçekleştirebiliriz. Bu şartları oluşturmak, gereken enerjiyi bulup harekete geçirmek demektir. Yaşamsal enerjimizin frekansı ne kadar yüksek ise gereken enerjiyi tespit etmek ve harekete geçirmek de o kadar kolay olacaktır. Günlük yaşamdan, basit bir örnek verelim: Çok ağır bir bavul ya da sandığı taşımak zorundayız ama tek başımıza bunu yapamıyoruz; yardıma ihtiyacımız var. Yani isteğimizi yerine getirmek için yeni bir enerji kaynağı bulmak ve bunu kullanmak zorundayız. Bu enerji kaynağı da bir başkasının iş gücüdür. Yardım talebimizi, bir karşılık önererek ya da karşılıksız olmak üzere, herhangi birine iletebiliriz. Bunu sözle yapabileceğimiz gibi, sadece bakışlarımızla da aktarabiliriz. Bu talebimizle karşılaşan kişi, önce değerlendirir ve kabul ederse, iş gücünü emrimize sunar. Kabul etmesi için, psikolojik durumunu yöneten yasayı bilmek ve harekete geçirmek zorundayız. Bazısı için uygun bir bedel önermek, bazısı için, acıma duygularını harekete geçirmek sonuç verebilir. Bu yollardan hangisinin sonuç vereceğini belirleyecek olan, o şahsın kişiliği üzerinde etkili olan geçmiş altyapısı, o andaki iş yoğunluğu, psikolojik durumu vs.dir. Bu verilerle ilgili kesin bilgilere sahip isek, en uygun yöntemi belirleyip, bu isteğimizden sonuç alabiliriz. Yani, yardım istediğimiz şahsın davranışlarını yöneten yasayı ve bunun uygulanma şartlarını tespit edebilirsek, isteğimizi olumlu sonuca bağlayabiliriz. Şimdi bu örneği, yaşam enerjimizin frekansı ile bağlantılandıralım. Yardım istediğimiz şahsın, beyin enerjisinin (buna yaşamsal enerji formu demeyi tercih ediyorum) frekansına ulaşabildiğimiz takdirde, yani kendi beyin (yaşam) enerjimizin frekansını değiştirmeyi başarabiliyorsak, onu motive edecek sebebin ne olduğunu çok kolayca öğrenebiliriz. Bu sebebi bilince, isteğimizi sonuca ulaştırmak çok kolay olacaktır. Daha da ileri gidip, bu kişinin tercihini etkilemeyi bile başarabiliriz. Burada, ikizler deneyini hatırlamak yararlı olacaktır. Dağılmadan önceki S.S.C.B’de tek yumurta ikizleri üzerinde yapılan bir deneyde, birbirlerinden yüzlerce km uzakta olan ikizler, telepati yoluyla iletişim kurabilmiştir. Bunu sağlayan, beyin enerjilerinin frekansının çakışmasıdır. Bütün bunlar, yaşamsal enerjimizin frekansını yükseltmekle ulaşabileceğimiz sonuçlardır. Bu basit örnekten tutun da hayatın her alanında, olayları ve gelişimi yöneten yasaları bilmek ve buna uygun şartları tespit etmek, bize, gelişimi yönetme imkânını sunacaktır. Elbette ihtiyaç duyduğumuz enerji miktarı arttıkça, bunu temin etmek ve harekete geçirmek daha güçleşecektir. Bunu sağlayan da yine yaşam enerjisi frekansının yükselmesi olacaktır. Gerçek sevgi, hayatın kendisidir: Sevgi en önemli pozitif enerji kaynaklarından birisidir. Kin, nefret ve hasede ilişkin önceki örnekler gibi, bu da bir düşünce kalıbıdır: Sevgi, “kendine benzeyeni benimsemek” olarak tanımlansa da, bu yanıltıcıdır. Kendine benzeyeni benimsemek, kendiyle özdeşleştirmek, böyle olduğu için ilgi ve sıcaklık duymak, sevginin sahtesidir: Bu düşünce kalıbı, tıpkı kin, nefret ve haset de olduğu gibi, genetik yolla aktarılan bilgiden kaynaklanan dürtünün bir türevidir. Burada ilgi duyulan ve benimsenen diğeri değil, kendisidir. Diğerinin benimsenmesinin sebebi, kendisine benzemesidir. Kısaca bu tanımlamada sevilen diğeri değil, sevenin kendisi olduğu için, bu düşünce kalıbı, pozitif değil, negatif enerji kaynağıdır. Tasavvufta ve Uzakdoğu dinlerinde buna, “sahiplenmeli sevgi” denmektedir. Kökeni genetik kodla aktarılan ve maddeye bağlı olan bilgi olduğu için, bu düşünce kalıbı, negatif enerji kaynağıdır ve yaşamsal enerjinin frekansını düşürür. Gerçek sevgi, diğerlerini sahiplenmeden, olduğu gibi benimsemek ve bu haliyle ilgi ve sıcaklık duymaktır. İyi ve kötü bulunan yanlarıyla birlikte benimsemek, her durumda onun iyiliğini istemek, onun iyiliği için çabalamak, kötü yanlarını düzeltmeye çalışmak, her koşulda yardım etmeyi istemek, gerçek sevginin göstergeleridir. Bu düşünce kalıbı, genetik kodla aktarılan ve madde kökenli bilgiye dayanmamaktadır. Bu, bencillikten arınmış, şefkat ve merhameti de içinde barındıran, insana yaraşır, güzellikler kaynağı olan düşünce kalıbıdır. İşte bu kalıp, tam anlamıyla pozitif enerji kaynağıdır. Her şeyden önce gerçek sevgi, evrene bütünsel bakabilmekten kaynaklanır. Kendisini de, diğerleri gibi, aynı bütünün parçası olarak görebilmek, bu düşünce kalıbının ilk adımıdır. Bu ise genetik yolla aktarılan ve “yok olmamak için yok etmeyi” öğütleyen ilkel bilginin dışında düşünebilmeyi ve bilgilenebilmeyi gerektirmektedir. Bu bilgi, zekâ yoluyla edinilmektedir. Gerçek sevgiye sahip insanda, diğerlerine izafe edeceği mutlak iyi ve mutlak kötü değerleri yoktur. Daha doğrusu bu kavramlar, mutlaklık niteliğini, sadece kozmik düzeyde taşır. Bütünün parçalarında, gerçekte göreli olan, iyilik ve kötülük gibi değerler, bulaşık halde bulunmaktadır. Bu sebeple, her insanda iyi yanlar da vardır kötü yanlar da. Önemli olan, onun iyi yanlarını görebilmek, bundan yola çıkarak benimseyebilmek, onun da kendisi gibi bütünün bulaşıklar taşıyan bir parçası olduğunun bilincine varabilmektir. Elbette, herkesin iyi yanlarının yanında kötü özellikleri de vardır. Elbette bunların düzeltilmesi için çabalamak gerekir. Tıpkı, sahiplenerek sevilen evlat, ana, baba, kardeşler gibi, diğerlerinin de kötü yanlarının düzeltilmesi için çaba göstermek, gerçek sevginin sonucudur. Bu düşünce kalıbı pozitif enerji kaynağıdır demiştik. Gerçekten de bu düşünce, maddeye bağlılıktan, varlığını sürdürme güdüsünden kaynaklanmamaktadır. Bu düşünce, kaynağını, zekâ yoluyla evrene bütünsel bakabilmekten, evrensel gelişme yasasını doğru olarak kavrayabilmekten almaktadır; zekânın bedene hâkim olmasının sonucudur. Böyle olduğu için yaşamsal enerjimizi, negatif enerji kaynağı olan maddeye değil, pozitif enerjiye yakınlaştırmakta, bunun sonucunda da, frekansın yükselmesine sebebiyet vermektedir. Bu düşünce kalıbının vücut üzerindeki etkileri de çok olumludur. Sevilen kişi düşünülürken, yüreğin nasıl ferahladığını, üzerimizdeki yükün nasıl hafiflediğini, vücudumuzun nasıl enerjiyle dolduğunu hatırlamak yeterlidir. Gerçek sevgi coşkuludur: Azmi, çalışma hırsını, şevki artırır. Çünkü pozitif enerji kaynağıdır. Bunun için hayat, anlamını gerçek sevgide bulur. Gerçek sevgi hayatı güzel kılar. Hayat dediğimiz, son tahlilde bir pozitif enerji türüdür. Frekansı yükseldikçe yetkinleşir, evrensel gelişme yasasının daha iyi kavranmasını sağlar. Dolayısıyla nitelikli hayat, frekansı yüksek olandır. Frekansı yükselten en önemli kaynaklardan birisi ise pozitif düşünce kalıbı olan sevgidir. Bencilliğin felsefesini yapanlar, şu görüşleri ileri sürer: “Yanlış felsefeler, insanın kendisi için var olma hakkının olmadığını, diğer insanlara hizmet etmenin kendi varlığının tek gerekçesi olduğunu ve kendini feda etmenin insanın en yüksek ahlaki görev, erdem ve değer olduğunu iddia eder. Bu iddianın, nezaket, iyi niyet ve başkalarının haklarına saygı duyma ile ilgisi yoktur. Akıl dışı ahlakın temel mantığı: Kendini kurban etme, kendini reddetme, kendini yalanlama, kendini mahvetme anlamına gelen ‘ben’i kötülük standardı, ‘ben’ dışındakileri ise iyilik standardı olarak görme anlamına gelen ‘kendini feda etmedir’.” “İşte bu felsefi anlayış aşağıdaki niçinlere dünyevi mantıklı cevaplar bulamaz:/ İnsanlar niçin başkaları için yaşasın?/ İnsan niçin kurbanlık bir hayvan olsun?/ Bu, niçin iyi bir şey olsun?” Oysa gerçek sevgide, kendisini başkası için feda etmek söz konusu değildir: İnsan kendisi de, diğerleri gibi bütünün parçasıdır. Ne kendisini diğerleri için feda edecektir ne de diğerlerini kendisi için araç olarak görüp kullanacaktır. Kime zarar verirse versin, bundan bütünün kendisi zarar göreceğinden, zarar vermekten kaçınacaktır. Kendini feda etmek, kendine zarar vermek demektir ki, gerçek sevgide buna da yer yoktur. Tekrar edelim ki, kişinin kendisi de bütünün parçasıdır ve başkasının zarar görmesinde olduğu kadar, kendisinin uğradığı zarar da bütüne zarar verecektir. Sadece bu sebeple olsa bile, kendini feda etmekten kaçınacaktır. Gerçek sevgi, kendini feda, kurban, ret etme değil, her şey gibi, kendini de bütünselliğin parçası olarak görme, bu sebeple de başkalarıyla kendine eşit şekilde davranmadır. Yalanlanan, reddedilen, kişinin kendisi, bilinci, zekâsı hele varlığı değil, “yok etmezsen yok olursun” ilkel bilgisinden kaynaklanan, kendini dünyanın merkezine koyup, çevresindeki her şey gibi, diğer insanları da sıradan birer araç gibi görmeye yönelen düşünce kalıplarıdır. Bu negatif enerji kaynaklarını reddetmek, kişinin kendisine zarar verecek değildir. Tam tersine, bunlardan kurtulmak, başta vücut olmak üzere, madde ve enerjiden oluşan tüm varlığını zarardan koruyacaktır. Çünkü yukarıda açıklandığı üzere, kin, nefret, öfke ve haset, stres yaratan, baskı oluşturan, vücudu geren, kan basıncını ve nabzı zararlı seviyelere varacak kadar artıran düşünce kalıplarıdır. Nefretle dolu bir insan, hayatının her parçasında bunun etkisi altındadır. Dürtülerden kaynaklanan bu düşünce kalıbı, doğası gereği çok güçlü olduğundan, insanı çok çabuk etkisi altına alabilmektedir. Bunun etkisindeki vücut ise yukarıda belirttiğimiz tepkileri vermekte ve zarar görmektedir. Aynı şey, kin, öfke ve haset için de geçerlidir. Üstelik gerçek sevgiye ulaşan insan, başkası için yaşamakta da değildir. Kolektif mutluluğu isteyenin, kendini başkası için kurban ettiğini ileri sürmek, mantıkla bağdaşmakta mıdır? Herkesin “ben” düşüncesi içinde, şu veya bu şekilde başkaları da vardır. En azından, kişinin kendi çocuğu ve ana-babasına karşı ilgisi, ben kavramını genişletmektedir. Mutlaka aile içindeki çıkar çatışmalarında, bireysel ben ön plana çıkacaktır ama dış dünyayla ilişkilerde, çekirdek aile “ben” kavramının çerçevesini genişletmiştir. Dikkat edilirse, bu genişlemenin iki ayrı kaynağı vardır: Genetik yolla aktarılan bilgiden kaynaklanan, nefsanî, “sahiplenme isteği” bunlardan birisidir. İnsan, biyolojik bağı olan kişileri sahiplenir, kendisine ait olduğunu düşünür ve bu sebeple benimser. Yani dış dünyayla ilişkide, kendisiyle özdeşleştirdiği kişilere, kendisi gibi değer verir. Bu, ben kavramını genişleten nefsanî kaynaktır. Diğer kaynak ise “ortak akıl”dır. Ortak akıl, içinde bulunduğumuz toplumsal gelişmişlik seviyesinde, gelecek nesilleri yetiştirme görevini “aile” adını verdiği, biyolojik bağla birbirine bağlı insanlardan oluşan müesseselere vermiştir. Ben kavramı, bu sebeple de genişlemiş ve hiç değilse biyolojik bağ taşıyan aile üyelerini kapsama noktasında gelişmiştir. Görüldüğü gibi, “ben” kavramını genişleten ikinci kaynak, ortak akıl, toplumsal zekâ üzerinde temellenmiştir. Yani zekâ, maddi dürtüleri yenebilmiş, “ben” kavramını, dar çerçevede de olsa, “biz”e dönüştürmeyi başarabilmiştir. O halde bakış açısı çok önemlidir. Enerji boyutuyla ilgili etkenler, maddî bedenin isteklerine gem vurabilmekte, değerleri, maddenin dışında şekillendirebilmektedir. Yani bakış açısını değiştirebilmek, tüm kavramları yeniden teşekkül ettirebilmektedir. Bu demektir ki, bütünsel bir bakış açısı, “ben” kavramını tamamen kontrole alabilecek, insanı, zekâsı yerine, dürtüleriyle hareket ettiği için, kaderin önünde savrulan bir yaprak olmaktan kurtarabilecektir. Olumlu düşünce, olumlu sonuç için şarttır:Gerçek sevgi, pozitif enerji kaynağıdır. Pozitif yöndeki her düşünce kalıbı, aynı şekilde pozitif enerji kaynağıdır. Her konuda, yapılacak her işte, sonuca ilişkin olumlu düşünce ve kanaat sahibi olmak, o sonucun alınabilmesinin birinci şartıdır. Yaşamsal enerji, doğru yönlendirilebildiği takdirde, evrensel gelişme yasasını kullanarak, gelişim ve değişimi gerçekleştirme gücüne sahiptir. Frekansının yüksekliğiyle orantılı olarak, gelişim ve değişime daha geniş ölçekte müdahale etmesi mümkündür. O halde, yapılacak işin sonucuyla ilgili olumlu düşünce, yaşamsal enerjiye doğru yön verilmesi için zorunlu bir aşamadır. Yine basit bir örnek verelim: Bir iş yapmaya karar vermek, yaşam (beyin) enerjisinin, beyin hücre gruplarından, bu karara esas teşkil edecek bilgileri taşıyanlar arasında bağlantı kurması anlamı taşımaktadır. En basit karardan en karmaşığına kadar tüm süreç, bu şekilde gerçekleşmektedir. Verdiğimiz kararın, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, bavul taşımaya ilişkin olduğunu varsayalım. Bu kararın gereği olan enerjiyi, vücut kendisi üretebilir. Bu, vücuda besin olarak alınan maddenin enerjiye dönüştürülmesi yoluyla gerçekleşecektir. Beyin, gereken enerjiyi üretme ve kullanma komutunu, hücrelere, yine yaşam enerjisi yoluyla iletir. Hücreler komutu yerine getirdiğinde, bavulun ağırlığına kütle çekimini yenebilecek miktarda enerjiyi açığa çıkarmış olur. Bu süreçte yaşamsal enerji, evrensel gelişme yasasının, kütle çekimi ile ilgili bölümünü ve bunu yenmek için gerekli enerji miktarını tespit etmiş, bu tespite dayalı olarak verilen komutu hücrelere ileterek, maddeyi enerjiye dönüştürmüş, bu enerjiyi kullanarak işin başarılmasını sağlamıştır. En karmaşık olaylarda da süreç bu örnekteki ile aynıdır. Sadece evrensel gelişme yasasının yapılacak işi yöneten bölümü ile ilgili olarak, işi başarmak için kullanılabilecek enerji miktarı ve temin edilme biçimi değişmektedir. Bizatihi yaşamsal enerji, çok büyük bir kaynaktır. Önemli olan, onu kullanmayı bilmek, doğru yönlendirmektir. Haltercileri düşünelim: Konsantrasyonları düzgün iken rahatça kaldırabildikleri ağırlığı, eksik iken yerinden bile oynatamamaktadır. konsantrasyon, yaşamsal enerjinin doğru yönlendirilmesi için vazgeçilmez bir araçtır, hattâ tam anlamıyla, yaşamsal enerjiye yön verme işidir. Aynı şekilde basketbolcular, konsantrasyonları noksansa, topu çok yakından bile çembere sokamamaktadır. Bütün bunlar, yaşamsal enerjinin doğru yönlendirilememesinden kaynaklanmaktadır. Olumlu düşünce, hem yaşamsal enerjinin frekansını artırır, hem de, onun doğru yönlendirilmesini sağlar. Buna karşılık olumsuz düşünce, örneğin başarıya karşı duyulan inançsızlık, kesin olarak bir şeyi temin eder: Başarısızlık. Çünkü bilinçaltı, bilginin, beyin hücrelerine farkında olmadan yüklenmesi sonucunda çalışan bir mekanizmadır. Başarıya karşı duyulan şüphe, beyin hücrelerine, farkında olmadan, başarısız sonuç ile ilgili bilgi yüklenmesine sebebiyet verecektir. Bu da yaşamsal enerjinin, evrensel gelişme yasalarını, başarısız sonuca ulaşacak şekilde kullanmasına neden olacaktır. Çünkü farkında olmadan yüklenen bilgi ve bununla ilgili komut, olumsuzdur. Zihinsel imgeleme, olumlu sonuçların, gerçekleşmeden önce zihinde canlandırılmasını sağlar. Bu yöntem, beyin hücrelerine bilinçli olarak bilgi yüklemek için çok yararlıdır. Bu sayede, olumlu sonucun iz düşümü önce zihinde yaratılır, yani talebe ve sonucuna ilişkin bilgi, beyin hücrelerine doğru olarak depolanır ve yaşamsal enerji, bu doğrultuda harekete geçerek, gereken enerjiyi temin eder ve işi başarıyla sonuçlandırır. Dua, en yoğun zihinsel imgeleme yöntemlerinden birisidir. Ancak başarının şartı, olumlu sonucun gerçekleşeceğine duyulan tereddütsüz inançtır. Tasavvufta, “fiili dua” olarak isimlendirilen, kesin bir başarı inancı ile işe başlama ve aynı inancı muhafaza ederek çalışma, olumlu düşüncenin olumlu sonuç vermesine örnek teşkil eden olgulardan birisidir. Gerçekten de, sonuca ilişkin tereddüt duymadan işe koyulan kişi, her zaman işinde başarıya ulaşır. Hayatın her parçasında, ileri sürülen bu görüşlerin bir çok örneği ile karşılaşmak mümkündür. Sadece atasözleri ve deyimleri gözden geçirmek bile, asırların deneyiminin, olumlu düşünceyi, olumlu sonuç için şart koştuğunu göstermeye yeter. “Başlamak başarmanın yarısıdır.” Burada önemli olan, başarı inancına yapılan vurgudur. Başlamak, önce karar vermeyi gerektirir. Karar olumlu ise bakış açısı da olumludur. O halde, bu kararla başlan iş, başarıyla sonuçlanacaktır. “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez.” Burada da vurgu başarı inancınadır. Çünkü herhangi bir işinde sıkışan kişi, başarıya öyle bir ihtiyaç duymaktadır ki, bu onu, yoğun bir isteğe taşır: Öyle yürekten dua eder ki, oluşturduğu zihinsel imgeleme en üst seviyededir. Kaybedecek bir şeyi de kalmadığından, sonuçla ilgili tereddütleri ortadan kalkmıştır. İstek o kadar yoğundur ki, sonucun gerçekleşmesinden başka seçenek tanımamaktadır. İşte objektif şartların zorla da olsa yarattığı olumlu düşünce, olumlu ve başarılı sonucu davet eder: Hızır yetişir. “Sabreden derviş, muradına ermiş.” Sadece başarıya inancı olan kişi olumsuzluklardan yılmaz. Sabra sevk eden sebep, başarıya olan inançtır. Bu da insanı olumlu sonuca taşır: Muradına erer. Hepimiz, olumlu ya da olumsuz düşüncelerden kaynaklanan döngüsel hayat alanlarına tanık olmuşuzdur. Örneğin, herhangi bir konudaki başarısız sonuç, başarıya olan inancımızı zayıflatır. Bu, sonraki deneylerde, zayıf isteklere ve dolayısıyla, daha başarısız sonuçlara yol açar. Bu döngü kırılamadığı takdirde, her başarısız sonuç, inanç ve istekte yeni zafiyetlere, bu zafiyetler de daha başarısız sonuçlara yol açar. Sonuçta, “bu konuda şansım tutmuyor” diyerek işin içinden çıkmaya çalışırız. Ya da o konuda yeteneğimiz olmadığına inanırız ve bu inanç, o konudaki başarı ihtimalimizi tamamen ortadan kaldırır. Tam tersi örnek ise olumlu sonuçların kendine güven duygusunu pekiştirmesi ve böylece, sonuca ve başarıya inanç doğrultusunda önemli katkılar sağlamasıdır. Bu güven duygusu, yeni deneylerde başarıya inanca, bu inançsa o deneylerin başarıyla sonuçlanmasına yol açar. Bu kez de olumlu bir döngü aşlar. Başarı arttıkça, güven ve inanç yoğunlaşır, bu, yeni ve çok daha kolay başarıları davet eder. Bu durumda o kişi için “Allah yürü yâ kulum dedi” deriz. Sonuç olarak, kaliteli ve yüksek nitelikli bir hayat, olumsuz düşüncelerden ve dürtülerden kurtulmaya, olumlu düşünmeye bağlıdır. Her pozitif enerji kaynağı, yaşamsal enerjimizin frekansını yükseltir ve bu yükseldikçe, evrensel gelişme yasası, daha geniş boyutta kavranabilir, yasayı kullanmak için gereken şartlar ve enerji, daha kolay temin edilebilir. Bu sonuca ulaşmak, düşüncelerimiz kontrol edebilmekten geçer. Düşünceyi kontrol etmek, yaşamsal enerjinin hareketini kontrol etmek demektir. Sonuç bize bağlıdır: Ya düşüncelerimizi kontrol edecek ve hayatımızı yöneteceğiz ya da düşüncelerimiz bizi yönetecek ve kaderin oyuncağı olacağız. Tercih bize aittir. ( alıntıdır )

Hiç yorum yok: